
PEYGAMBER EFENDİMİZİ (SAV)’İ NEDEN ÇOK SEVİYORUZ?
Neden sorusu bir meselenin mahiyetini ve içeriğini iyice kavramak adına sorulması gereken bir sorudur. Gerçi, bir müslüman neden peygamberini sevmesi gerektiğini çok iyi bilir; ama yine de bu sevginin istenilen düzeyde tesisi için bu soruyu kendine sormak ve Kur’an- Sünnet ekseninde de cevaplar bulmak zorundadır. Biz de bu soruyu soruyor; verilebilecek onlarca cevaptan, sadece bir kaç tanesini burada aktarmakla iktifa ediyoruz:
* Peygamber Efendimizi (sav) sevmek, hissiyatın ve heyecanın konusu değil, imanın bir gereğidir. Bir müslüman için peygamber ile arasındaki sevgi bağının nedeni konusunda söylenecek ilk ilke bu olmalıdır. İnanan insan, iman etmek zorunda olduğu peygamberini sevme meselesini, hissiyat ve heyecana indirgenmeyecek kadar mühim bir konu olduğunu bilmek durumundadır. Çünkü bu konuda gerek Rabbimiz Kur’an’da gerek o ilahi mesajları bize öğreten Efendimiz (sas) onlarca açık beyanlarında, bu meselesinin nasıl iman konusu olduğunu çok net ifadelerle bildirmişlerdir. Mesela; Rabbimiz şöyle buyurmuştur: “De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, akrabalarınız, kazandığınız mallar kesada uğramasından korktuğunuz ticaretiniz, hoşlandığınız meskenler;[1] size Allah’tan, Resulü’nden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevimli ve sevgili geliyorsa o zaman Allah’ın sizin hakkınızdaki hükmünü bekleyin durun. Allah fasıklar topluluğunu asla hidayete erdirmez.” (Tevbe: 24)
* Peygamber Efendimizi (sav) sevmek, imanın tadını ve lezzetini elde etmenin en önemli vesilesidir. İman etmek ve imanın tadına ermek/varmak; biri işin bidayeti/başlangıcı, diğeri işin nihayeti yani varılacak menzilidir. “İmanın tadını ve lezzetini elde etmek” çok önemli bir husustur. Tam bu noktada şunu itiraf etmeliyiz ki: “Tatmayan bilmez, tadan ise anlatamaz.” Ancak bu menzile ulaşabilme, kulluk yolunda belirlenen bu hedefe varabilme adına burada şu soruyu sormak zorundayız: “İman etmek ile imanın tadına varmak arasında nasıl farklar vardır?” Bazı farkların olduğu muhakkaktır; eğer fark olmasaydı böyle bir hedef inanan insanın önüne konulmazdı. Bu konuda çok şey söylenir; ama birkaç cümle ile özetlemeye çalışırsak; iman eden, Allah’a kul olur, imanın tadına varan, Allah’a Hz. İbrahim gibi Halil, Efendimiz gibi Habib olur. İman eden Allah’ın kendisinden istediği bazı emir ve nehiyleri tekellüf/sorumluluk olarak görür. İmanın tadına varan her emri veya nehyi kendisini Rabbine yaklaştıran en büyük vesile olarak görür. Mesela; iman eden için namaz Allah’ın günün beş ayrı vaktinde kendinden istediği bir ibadet; imanın tadına varan için ise Allah ile buluşma, O’na kavuşma, Rabbi ile dertleşme ve konuşma imkânıdır. Böyle olduğu için de imanı en fazla tadan bir beşer olan Efendimiz için namaz; gözünün nuru ve aydınlığıdır. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/285; Hâkîm, Müstedrek, 2/175)
Bir ayette Rabbimiz şöyle buyurur: “… Fakat Allah, size imanı sevdirmiş ve onu gönüllerinizin ziyneti kılmıştır. Küfrü, fıskı ve isyanı da size kerih/çirkin göstermiştir. İşte doğru yolda olanlar bunlardır.” (Hucurat: 7)
* Peygamber Efendimizi (sav) sevmek, Allah’ı sevmenin ve O’nun mağfiretini ve rahmetini kazanmanın en temel sebebidir. Bu mesajın Kur’an’daki ifadesi şöyledir: “De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana tabi olun, beni izleyin ki Allah da sizi sevsin günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve esirgeyicidir.” (Ali İmran: 31)
Bu ayette Rabbimiz açıkça kendisinin gerçek manada sevilmesini, elçisine tabi olunması ve O’nun izlenilmesi şartına bağlamıştır. Tabi olmak, izlemek, taklit etmek ya da iletilen mesajların gereklerini yerine getirmek sevgi ile yakından alakalıdır. İnsan sevmediği birinin söylediklerini neden yapsın ki? Çünkü tâbi olmak, sevmek ile başlar.
Peygamber Efendimizi (sav) sevmek, 23 yıllık risalet hayatı ile gecesini, gündüzünü ümmeti için feda eden Kutlu Nebi’nin bizlerden istediği tek şeydir. Kur’an, birçok ayetinde bizlere gönderilen elçilerin ahlaki ilkelerinden, şahsiyetlerinin en temel özelliklerinden bahsetmektedir. Bu ilkeler içerisinde en önemlilerinden biri yapılan ağır ve zor işe karşılık, insanlardan hiçbir şey beklememektir.
23 yıllık Risalet hayatı ile gecesini, gündüzünü ümmeti için feda eden Kutlu Nebi’ye karşı biz mmetine düşen vazife ise bu sevgiyi hakkıyla yerine getirmektir.
* Peygamber Efendimizi (sav) sevmek, bizi kendisine kardeş kılan Rahmet Peygamberi’ne karşı bir vefa borcudur.
Efendimiz, vefatına sayılı günler kala bir grup ashabı ile birlikte Baki Kabristanlığı’na gitmişti. Kabristanlığın önünde durup o diyarın sakinlerine şöyle bir selam vermişti: “Allah’ın selamı iman ehli olan kabir sakinlerinin üzerine olsun. Bizler de Allah’ın izniyle sizlere kavuşacağız.” (Ebû Davud, 2338; İbn Sünni, Amelü’l yevm ve’l leyle, 593)
Efendimizin (sav) bu selamında bile, Rabbi ile buluşma ve O’na kavuşma arzusu vardı. Kabristanı ziyaret ederken bir müddet sonra Efendimiz mübarek gözlerini ötelere doğru çevirdi, sanki yıllar sonrasını okurcasına bekledi ve sonrasında şöyle buyurdular: “Selam olsun kardeşlerime! Onları görmeyi ne kadar da arzu ediyorum.” Orada bulunan Ashab-ı Kiram Efendilerimiz, Resulullah’ın bu sözü üzerine birbirlerine baktılar ve dediler ki: “ Ya Resulallah! Kardeşlerin bizler değil miyiz?” Allah Resulü’nün ötelere bakması ve bu sözü söylemesi sahabeyi şaşırtmıştı. Onlar kendilerini Resulullah’ın kardeşleri olarak görüyorlardı. Efendimiz onlara dedi ki: “Sizler benim ashabımsınız. Kardeşlerim ise beni görmedikleri hâlde bana iman edenler, sesimi işitmedikleri hâlde çağrıma kulak verenler, benimle aynı zamanı aynı mekânı paylaşmamalarına rağmen bana tabi olanlardır. Ben onları Kevser havuzunun başında, o dehşetli günde bekleyeceğim.” Bu müthiş bir müjde idi; bu müjde üzerine sahabeden birisi dedi ki: “Ya Resulallah! Onları görmediğin hâlde, nasıl tanıyacaksın?” Sahabe, Resulullah’ın ümmetini nasıl tanıyacağını merak etmişlerdi. Öyle ya; ümmetin sayısı hem çoğalacak hem de Efendimiz onlardan birçoğunu göremeyecekti. O dehşetli günde, herkes nefsim nefsim diye başının çaresine düştüğü bir anda, Resulullah havuzun başında ümmetinden olan kardeşlerine kendi eliyle su ikram etmek için bekleyecek ve onları tanıyacaktı. Sahabenin bu sorusuna Resulullah (sav) şöyle cevap verdi: “Bir adamın; alnı ak, ayakları sekili/ayaklarında parlaklık olan atları olsa ve bunlar koca bir at sürüsünün içerisine karışsa o adam kendi atlarını tanımaz mı?” Sahabe hep bir ağızdan: “ Evet, tanır.” dediler. Efendimiz dedi ki: “İşte ben de ümmetimden olanları namaz için aldıkları abdest izlerinden tanıyacağım.” (Müslim, Taharet, 39; Nesaî, Taharet,110; İbn Mace, Zühd, 36)
* Peygamber Efendimizi (sav) sevmek, O’nu bize bir nimet olarak bahşeden Rabbimize gerçek manadaki şükrü eda edebilmemizin bir gereğidir. Allah’ın (cc) insana bahşettiği nimetler sayılmayacak kadar çoktur. İnsan şöyle bir akıl ve yüreğini zorlasa binlerce nimet sayabilir. İşin sonunda da “Allah’ın nimetlerini saymaya kalksanız, asla sayamazsınız.” (İbrahim: 34) ilahî fermanın bir gereği olarak bu konuda aciz kalınacaktır. Ancak nimetler sayılırken bazen birçok şey akla gelir de Kur’an’ın, imanın, İslam’ın, meleklerin, cennetin hatta cehennemin bile bir nimet olduğu akla gelmeyebilir.
Biz burada sadece konumuz ile alakalı olarak peygamberin nimet oluşuna değineceğimiz için diğerlerine girmeyeceğiz. Rabbimiz, âlemlere rahmet olarak gönderdiği elçisinin büyük bir nimet olduğunu şöyle beyan ediyor: “Andolsun ki içlerinden, kendilerine Allah’ın ayetlerini okuyan onları temizleyen, kendilerine kitap ve hikmeti öğreten bir elçi göndermekle Allah, müminlere büyük bir nimet bahşetmiştir. Hâlbuki daha önceleri onlar apaçık bir sapıklık içerisindeydiler.” (Al-i İmran: 164)
Ayette açıkça ifade edildiği gibi gönderilen son elçi, müminlere Allah’ın ihsan ettiği bir nimetti. Hatta nimetlerin en büyüklerindendi. Her nimete kendi cinsinden şükür yapmak gerekir. Mal nimetinin şükrü, ondan Allah yolunda harcamaktır/infaktır. Beden nimetinin şükrü, onu Allah yolunda terletmektir. Evlat nimetinin şükrü, onları Allah’ın memnun ve razı olacağı bir şekilde yetiştirmek ve istihdam etmektir. Peki, Peygamber Efendimiz (sav) gibi bir nimetin şükrü nasıl eda edilmelidir? Elbette O’nun gibi bir nimetin şükrü, O’nu hakkı ile sevmek ve bu sevginin gereklerini yerine getirmeye gayret etmektir. İşte bu sebepten dolayı diyoruz ki: Peygamber Efendimizi (sav) sevmek, O’nu bize bir nimet olarak bahşeden Rabbimize gerçek manada şükür edebilmemizin bir gereğidir.
* Peygamber Efendimizi (sav) sevmek, dünyada da cennette de O’nunla birlikte olmanın en önemli yoludur. Sahabeyi en fazla heyecanlandıran hadislerden bir tanesi hiç şüphesiz: “Kişi sevdiği ile beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96; Müslîm, Birr, 165) hadisiydi. Bu hadis, sevginin akıbeti ile alakalı çok önemli bir haber veriyordu. Sevginin kurtuluş olduğunu, gerçek manada sevenin dünyada da ahirette de sevdiği ile beraber olacağını bildiriyordu. Sevginin nelere kadir olabileceğinin nebevî lisan ile bir beyanı idi.
Bu nebevî müjde hadis kitaplarımızdan öğrendiğimiz kadarı ile bir kez değil, birkaç farklı olay sonrası Efendimiz tarafından defaatle dile getirilmiştir. O tablolardan bir tanesini Enes b. Malik bize naklediyor. Hz. Enes diyor ki: “Bir adam, Resulullah’a gelerek: “Ey Allah’ın elçisi! Kıyamet ne zaman kopacaktır?” diye sordu. Efendimiz: “Sen boş ver kıyametin ne zaman kopacağını da bana, onun için ne hazırladığını söyle.” dedi. Adam: “Allah ve Resulü’ne karşı beslediğim sevgi dışında hiçbir şey hazırlamadım.” dedi. Bunun üzerine Efendimiz :“Şüphe yok ki sen, sevdiklerinle beraber olacaksın.” diye buyurdu.
Bundan dolayıdır ki biz, Peygamber Efendimizi (sav) sevmenin insana dünyada kazandıracakları bir tarafa; ahirette, cennette O’na komşu olmanın en önemli vesilesi olduğunu anlıyoruz. O’nun komşuluğunu elde etmek için insan nelerini feda etmez ki değil mi?
En emin olan Rabbime emanet olun.