Kader, Allah’ın bütün nesne ve olayları ezelî ilmiyle bilip belirlemesi, takdiri şeklinde tarif edilir. Allah’ın varlıklara ilişkin takdiri iki anlama gelir. Bunlardan biri yarattığı nesnelere güç vermek, diğeri de ilâhî hikmetin gerektirdiği tarzda yaratıkları nihai özellik ve şekillerine kavuşturmaktır. Allah gök âleminde olduğu gibi bazı nesneleri ilk merhalede yaratıp son şeklini vermiştir. Bazılarının da başlangıçta temel maddesini fiilen yaratmış, gelişmesini ise belli ölçüler çerçevesinde zamana bırakmıştır.
Kader kelimesinin Kur’an’da “ölçü, miktar ve güç” anlamlarında kullanıldığı da kabul edilir. Ayetlerde belirtildiğine göre Allah’ın buyruğu düzenlenmiş bir kaderdir (Ahzâb: 38), Allah dişilerin taşıdığı yavruların rahimlerde nasıl bir gelişme göstereceğini bilir, O’nun katında her şeyin bir planı (miktar) vardır (Ra‘d: 18). Her şeyin hazineleri O’nun nezdindedir ve her şeyi belli bir ölçü (kader) dâhilinde indirir (Hicr: 21); O her şeyi bir kaderle (bir plana göre) yaratmıştır. (Kamer: 49).
Takdir kavramının yer aldığı ayetlerde belirtildiğine göre Allah her şeyi amacına uygun bir şekilde yaratmış, tabiatını belirleyip hedefine doğru yöneltmiştir. (A‘lâ: 2-3). Yine Allah yılların hesap edilebilmesi için aya evreler koymuş (Yunus: 5), geceyi dinlenme vakti ve güneşle ayı zaman ölçüsü olarak belirlemiş (En‘âm: 96), insanların yaratılışını, rızıklarını, yaşayacakları zaman dilimini ve ölüm vakitlerini tayin etmiştir. (Fussilet:10-12; Furkan: 2; Müzzemmil:20; Vakıa: 60) Bu ayetlerce de hem evrenin yaratılışına dair kanunların hem de insanların yaratılış, yaşayış ve ölümüne ilişkin yasaların Allah tarafından düzenlendiği takdir kelimesiyle ifade edilmiştir. (Tdv İslam Ans. “Kader” mad.)
Yukarıdaki izahtan da görüleceği üzere Allah varlıklara özelliklerini tabiat adını verdiğimiz mahiyette yüklemiş ve o varlıkların o tabiat üzere varlıklarını sürdürmesini murad etmiştir.
Ateşin yakması, yeryüzünün yerçekimi kuvvetine sahip olması, suyun içerisinde karada yaşayan canlılar için gerekli oksijenin kullanılabilir mahiyette olmaması, cisimlerin katı, sıvı ve gaz halleri gibi birçok husus bir düzen içerisinde Allah’ın takdiri olarak vücut bulmuştur.
Allah düzeni koyduğunu ve bozulmaması gerektiğini belirtir. “Şüphesiz biz her şeyi bir ölçüye göre yarattık.” (Kamer: 49) “Göğü O yükseltti, denge ve ölçüyü O koydu ki dengeden sapmayasınız;” (Rahman: 7-8)
İnsan denilen varlık da bu düzeni muhafaza etmekle görevlendirilmiş, emaneti bir sorumluluk olarak üstlenmiştir. “Sizi yeryüzünün halifeleri kılan, size verdiği şeylerde sizi denemek için kiminizi kiminizden derecelerle üstün kılan O’dur. Şüphesiz rabbinin cezası çok çabuktur; yine O’nun bağışlaması ve rahmeti boldur.” (En’am: 165) “Biz emaneti göklere, yerküreye ve dağlara teklif ettik, ama onlar bunu yüklenmek istemediler, ondan korktular ve onu insan yüklendi. Kuşkusuz insan çok zalim, çok bilgisizdir.” (Ahzab: 72)
Akıl, vicdan ve feraset sahibi olarak yeryüzünün imar ve inşasına vazifeli insanın hem kendi canını hem de sorumlu olduğu bu âlemi ilahi düzenin içerisinde gerekli tedbirleri alarak koruması gerekmektedir.
Bunun için gerekli tedbirlerini alacak, beşeri tüm imkânlarını seferber edecek, akli ve tecrübeye dayalı birikimleriyle zarar görmeden ve zarar vermeden hayatını sürdürecektir. Üzerine düşen görevi yerine getirecek neticesini Allah’a havale edip O’na teslim olacaktır. Gücünü aşan, beşeri kapasitesini yeterli olmadığı konularda da Allah’a dua edip sığınacaktır. Buna dini literatürde tevekkül ismi verilmiştir.
Peygamberimiz (sav) “Devemi bağladıktan sonra mı tevekkül edeyim yoksa bağlamadan mı?” diye soran bir sahabeye, “Önce bağla, sonra tevekkül et” yolunda cevap vermiştir. (Tirmizî, “Ḳıyâme”, 60)
Hz. Ömer (r.a.) Şam’a gitmek üzere yola çıkmıştı. Serğ denilen yere vardığında, Hz. Ömer’i ordu komutanları (Ebu Ubeyde b. Cerrah ve arkadaşları) karşıladılar ve ona Şam’da salgın hastalığın baş gösterdiğini haber verdiler.
Hz. Ömer bunun üzerine gerekli istişarelerini yapıp halka seslenerek; “Sabahleyin ben bineğimin sırtında olacağım; siz de bineklerinize atlayın” dedi. Ebu Ubeyde b. Cerrah (r.a.) “Sen Allah’ın kaderinden mi kaçıyorsun?” dedi. Hz. Ömer “Keşke bunu senden başkası söylemiş olsaydı Ebu Ubeyde! Evet, Allah’ın kaderinden Allah’ın kaderine kaçıyoruz. Söylesene, senin develerin olsa da iki taraflı bir vadiye inseler, bu vadinin iki tarafından biri verimli, diğeri de çorak olsa, sen develerini verimli yerde de otlatsan, çorak yerde de otlatsan yine Allah’ın kaderiyle otlatmış olmaz mısın?” O sırada, bir süredir bazı ihtiyaçları için ortalıkta görünmeyen Abdurrahman b. Avf (r.a.) çıkageldi ve “Benim bu konuda bilgim var,” dedi. “Resulullah’ın (s.a.v.) şöyle buyurduğunu işitmiştim: “Bir yerde veba olduğunu işittiğiniz zaman oraya girmeyin. Siz oradayken bulaşıcı hastalık baş gösterecek olursa hastalıktan kaçmak için oradan çıkmayın.” Bunu işiten Hz. Ömer Allah’a hamd etti ve Şam’a girmeden geri döndü. (Buharî, Tıb: 30; Müslim, Selâm: 98)
Şu husus çok iyi bilinmelidir ki; tevekkülün iş görmeyi ve tedbir almayı terk etme biçiminde yorumlanması cahillerin kuruntusudur ve dinen haram sayılmıştır. Yemeden içmeden Allah’ın kendisini doyuracağını söyleyen kimse ahmak, sebepleri terk eden kimse acizdir.
Tedbir ve kader konusunu Allah’ın varlık ve olaylar dünyasında sebep-sonuç ilişkisi şeklinde kurduğu genel düzenle Kur’an’da ortaya koyduğu emirler sistemi çerçevesinde düşünmek gerekir. Tevekkül, bütün sebeplerin ve tedbirlerin üzerinde nihai belirleyici irade ve gücün Allah’a ait olduğu yönündeki şuur ve inancın zorunlu bir sonucudur. Bu şuur ve inanç sayesinde kul, gerekli sebeplere ve tedbirlere başvurmasına rağmen sonucun umduğu şekilde çıkmaması halinde ilâhî takdirin öyle tecelli ettiğini bilerek kendisini veya sebepleri suçlamaktan kaçınır; iyimser ruh halini korumayı, moral çöküntüsünden kurtulmayı başarır.
Tedbirini almamış, görevini yerine getirmemiş, insani herhangi bir çaba içerisine girmemiş bir kimsenin başına gelen bir musibet nedeniyle “takdir-i ilahi buymuş” gibi bir söz sarf etmesi Allah’a yönelik büyük bir itham ve sonucuna katlanılması gereken bir günahtır.
Hem beşeri anlamda hem de sosyal anlamda devlet eliyle akıllıca ve insan hayatını önceleyen bir anlayışla gerekli tedbirleri almanın, deprem, sel, yangın ve diğer doğal afetlere karşı bilimsel verilerle önlemlere başvurmanın dinen tartışılacak bir durumu olmadığı gibi; bu zikri geçen tedbirlerin alınmayışı İslam’ın esas olarak ele aldığı can, mal, akıl, din ve nesli muhafaza anlayışına da terstir.
Başa gelen musibetlerden dersler alınmalı, sorumlular suçu birbirinin üstüne atmadan gerekli cezayı görmeli, insan hayatının önemi bizim hayat felsefemizin merkezinde yer almalıdır.
Bu vesile ile depremlerde, sel felaketlerinde ve otel yangınları gibi -aslında alınacak tedbirlerle önlenebilecek- facialarda vefat eden kardeşlerimize Allahtan rahmet; bu facialara ihmalleri, kusurları, hataları hatta kasıtları nedeniyle sebep olanların en ağır cezalarla adilce cezalandırılmalarını dilerim.
En emin olan Rabbime emanet olunuz.